1. Mimarlık Araştırmaları Çalıştayı
19-23 Ağustos 2025
Gümüşlük Akademisi, Muğla
Mimarlık araştırmaları yapılı çevrenin üretiminin ve işleyişinin toplum, ekonomi, teknoloji ve kültür ile ilişkili olarak incelendiği bir alandır. Kendisine ait tarih ve kuram yazım biçimleri geliştirmiş olan mimarlık, aynı zamanda felsefe, bilim ve sanat ile karşılıklı ilişkiler kurmuştur. Disiplinlerin arasındaki konumları ise mimarları çeşitli arka planlardan entelektüel birikime sahip kişilerle düşünce alışverişinde bulundukları çok yönlü rollere getirmiştir. Söz konusu etkileşimler, mimari düşüncenin zenginleşmesine olanak tanımıştır.

Zeynep Dündar
Türkiye Mimarlık Araştırmaları Atlası: Kavramlar, Aktörler, Pratikler Üzerinden Bir Okuma
Özet
Bu sunum, 2000 sonrası Türkiye mimarlık ortamında giderek daha görünür hâle gelen araştırma temelli yaklaşımları kavramsal, aktörel ve pratik düzeyde ele alan çok katmanlı bir haritalama çalışmasına odaklanmaktadır. Mimarlıkta araştırmanın ne olduğu, kimler tarafından ve nasıl gerçekleştirildiği gibi temel sorular etrafında şekillenen bu yaklaşım, “kuram ve pratik” arasındaki geçişkenliği görünür kılmayı amaçlamaktadır.
Sunumun merkezinde yer alan Türkiye Mimarlık Araştırmaları Atlası, üç alt bileşenden oluşur: Mimari araştırmaların içerik yapılarını haritalayan Araştırma Kategorileri Atlası, araştırma ortamındaki ilişkisel yapıları açığa çıkaran Aktörler Atlası ve araştırma temelli üretimlerin kavramsal çerçevesini kuran Kavramlar Atlası. Bu atlas, araştırma temelli mimarlık üretimlerine dair açık uçlu, çoğul ve ilişkisel bir okuma önermekte ve mimarlığı yalnızca bir uygulama alanı değil, aynı zamanda eleştirel ve sorgulayıcı bir bilgi üretim pratiği olarak konumlandırmaktadır.
Ezgi Balkanay
Hafıza, Kimlik ve Melankoli: Postkolonyal Mekânsal Temsiller
Özet
Mekân üretimi ve mekânsal temsiller, birbirleriyle kaçınılmaz bir ilişki içerisinde, baskın söylem ve pratiklerin inşası üzerinden kurulur. Kentsel hafıza ve arzulanan kimlik üretimi, mekânsal temsillerle ortaya çıkarken, melankoli, kendini beklenmeyen anlarda, ikincil mekanlarda, günlük eşyalarda, tasarlanmamış ama oluşagelmiş anlarda ve hikayelerde görünür kılar. Zaman, tasarımcı, ya da kent, bu görünmez ya da gözden kaçmış hikayelerin görünürlüğünü kılabilecek aktörler olmayı sürdürür. Bu sunum, Nepal’den Türkiye’ye, 1950’lerden 2020’lere uzanan, ötekileştirilen domestik mekânsal temsillerin izini sürecek, katılımcıları hafıza, kimlik ve melankoli üzerine düşünmeye davet edecektir. Paylaşılan veriler, imgeler ve çıkarımlar, araştırmacının Nepal ve Türkiye gecekondularında eş-yürütücülüğünü üstlendiği bir senelik bir alan araştırma projesi üzerinden toplanmış hikayelerden (2024-2025) ve Ankara ve İstanbul üzerine olan mimarlık tarihi ve alan çalışmalarından (2014-2025) derlenmiştir.
Melis Baloğlu
(Atölye) Bio’şeyler: Kusurlu Bir Malzeme Deneyimi
Özet
O kadar doğal bir malzeme mi sahiden? Bir tencere, en az bir kalem kadar bir tasarım aracı olabilir mi? Standardı olmayan bir malzeme ile tasarımcı ne yapar, ne yapabilir?
Atölye, malzeme ile kurduğumuz ilişkiye başka türlü bir yakınlık öneriyor. Bu atölyede, gıda ve tarım atıklarından yola çıkarak, doğada çözünebilen, tekrar üretilebilen, ama birebir kopyalanamayan biyomalzemeler üreteceğiz. Bu üretim süreci, bir deneyden çok bir öğrenme yolculuğu; deneme yanılma, gözlem, sezgi ve hatta sürprizlerle ilerleyen kolektif bir malzeme keşfi. Atölye boyunca ortaya çıkacak “kusurlar”ı hatalar olarak değil; malzemenin karakteri, hafızası ve potansiyeli olarak okuyacağız. Yemek yapmaya benzer bir süreç olan atölyede, malzemeyi dökeceğiz, kurumasını bekleyeceğiz, dokusunu inceleyeceğiz. Malzemenin davranışlarını gözlemleyecek, onunla tasarlama ihtimallerini keşfedeceğiz.
Yukarıdaki sorulara ek yeni sorularla ve kusurlu malzemelerle atölyeyi tamamlayacağız.
Melis Baloğlu
Hata, Kusur ve Malzeme Üzerine
Özet
Alıç ağacı (Alıç Ağacı ile Sohbetler, Hikmet Birand) ile sohbeti kestiğimizden olsa gerek, şifalanma üzerine daha çok konuşmaya ve yavaşlamak üzerine egzersizler yapmaya başladık. Hem kendi içimizdeki dünya ile hem de dünya içindeki kendimizle yeniden bir olmayı öğrenmeye çalışırken (Ahmet İnam), tasarımcıların dünyası da doğa ile kopan ilişkimizi iyileştirme çabası ile yeni yapma biçimleri ortaya koymaya başladı. Başlangıçta tarım artıkları, yemek atıkları, doğal boyalar ve deniz yosunlarıyla üretilen malzemelere şüpheyle bakılsa da kendi kendini onaran beton ve laboratuvar ortamında geliştirilen vegan deri gibi alternatifler giderek çoğalıyor.
Peki, tasarımcılar kalıpları bir kenara koyup malzemeyi yeniden öğrenebilecek mi? Hataların sürpriz dokulara, renklere ve kokulara yol açtığı bu yapma sürecinden öğrenebilecek miyiz? Kusur olarak gördüğümüz küfün aslında kıymetli olabileceğini düşünebilmek mümkün olaacak mı? Ebegümeci de tasarımın bir parçası olabilecek mi? Tasarım işliğinden, mutfağa, tarlaya, bahçeye, yol kenarı otlarına, denize, Mavi Tur’a (Mavi Yolculuk, Azra Erhat) oradan tekrar malzemeye doğru akacak doğrusal olmayan bir muhabbet edeceğiz.
Aylin Çankaya
Yıkım ile Yeniden İnşa Arasında Bir Mekan-Zaman Olarak Antakya: Mekânsal Tahakkümün Trajik İfşası, Direniş ve Hafıza
Özet
Bu çalışma, 6 ve 20 Şubat depremleri sonrası bir “enkaz kent”e dönen Antakya ile üzerinden iki yıl geçtikten sonra bir “şantiye kent”e çevrilen Antakya arasındaki mekân-zamansallığı tanımlamayı, anlamayı ve anlamlandırmayı amaçlıyor.
Deprem iktidarın kentsel politikalarının örgütsel, ekonomik ve sosyal kırılganlıklarını su yüzüne çıkarmakla kalmadı; kentin hayatta kalan sakinlerini sınırların, içeri-dışarı dinamiklerinin kamusal-özel ayrımlarının ortadan kalktığı, ölüm ile yaşam arasındaki ilişkinin silikleştiği bir enkaz kentle baş başa bıraktı. Devletin “olağan” işleyişinin askıya alındığı bu kaotik kent deneyimi, iktidarın mekânsal tahakkümünün trajik bir ifşasıydı. Mahrem olan her şey sokaklara taşmış, sokakların sınırları kesinliğini tamamıyla kaybetmişti. Kamusal alan anlamını kaybetmişti. Çünkü kamu denen şey de yoktu bugünlerde. Enkaz kent, sınırların, iktidarın zaman ve mekânının askıya alındığı bir heterotopyaydı. Kapitalist mekânın çözülüşüyle, hayatta kalanlar kendi dayanışma pratikleriyle kentin direnen geçici mekânlarını kurdular.
Depremin üzerinden geçen iki yılda enkaz kentin kaotik, sınırları parçalanmış heterotopyası, yerini şantiye kentin sermaye odaklı, kontrollü gelecek laboratuvarlarına bıraktı. Şantiye kent, rantın, kontrolün “yeniden inşa” maskesi altında unutturmanın mekânı hâline geldi. Kaotik ve tanımlanamaz durumda olan kent hafızası, geçmişi yâd eden enkazın kaldırılması ve geleceği vadeden şantiye kentin kurulumuyla iktidar tarafından silinmeye çalışılırken, bu hafızayı ayakta tutmak isteyen kolektif eylemlilikler hayatta kalanlar tarafından harekete geçirildi.
Bu çalışmayla mekânın trajedinin sahnesi ve kendisi haline geldiği Antakya’da bellek, mekân ve siyasetin dinamik ilişkisini tartışmaya açmak, rant temelli kentleşmenin yıkım ve inşa arasına sıkışmış, olağandışı bir zaman-mekânsallık içindeki tezahürlerini ortaya koymak amaçlanmaktadır. Bu zaman-mekânsal kesitte hayatta kalanların iktidarın yıkıcı ve kurucu mekanizmalarına karşıt olan direniş pratikleri de taşıdıkları özgürleşme potansiyelleri dahilinde ele alınacaktır.
Melike Atay
Antroposen Çağında Alternatif Ev Tahayyülleri
Özet
Bu çalışma, Antalya yerlisinin kıyıyı mesken edinme geleneğini, günümüze uzanan tek örneği “Kumköy sahili” üzerinden tarif etmeye çalışır. Antalya kıyılarında her yaz halk tarafından yeniden kurulan ve “deniz obaları” olarak adlandırılan geçici strüktürleri, kullanıcılarının gözünden birer ev olarak ele alır. Modern konut sistemlerinin standartlaştırdığı ve bireyi edilgen kıldığı bir dünyada, deniz obaları insanın kendi meskenini kendi üretme arzusunun maddi karşılığıdır. Modern çağın “ev” anlayışı giderek üretici olmaktan uzaklaşmış, tüketim nesnesine dönüşmüş yapılara indirgenmiştir. Bireyler artık yalnızca içinde yaşadıkları evlere değil, yaşadıkları hayata da yabancılaşmıştır. Deniz obalarında ise, bireyler evlerini kendi elleriyle kurarak bu yabancılaşmayı aşmakta, aidiyet kurmakta ve kendilerini yeniden ortaya koymaktadır. Bu süreç, evin bir mülkiyet değil; bir deneyim, bir tekrar, bir hafıza, bir üretim biçimi olduğunu gösterir. Geçici olmalarına rağmen bu yapılar, ev kavramının özüne dair kalıcı bir içgörü sunar. Her yıl aynı yerde, aynı malzemelerle, aynı tekniklerle inşa edilen obalar, yalnızca barınma ihtiyacını değil; kendiliğindenlik, katılım, doğayla uyum ve kültürel süreklilik gibi değerleri de taşır. Yapma süreci ve tekniği anonim ve kolektiftir. Kültüre ve coğrafyaya aittir. Yerlinin senelerce geliştirdiği, iklime ve coğrafyaya adaptasyonun mekânsal karşılığıdır. Bu geçici strüktürler topluluk hâlinde yerleşilen, yaşanılan, hatırlanan ve yeniden üretilen mekânlardır. Bu yönüyle, ne tamamen yapı ne tamamen doğa olan, bir aradalık hâlidir. Çalışma, bu yapıları ev fikrinin modern deformasyonuna karşılık, bedenin, belleğin ve topluluğun birlikte inşa ettiği bir mesken tahayyülü olarak değerlendirir. Gelenekten gelen bu değerli bilginin, antroposen çağında modernitenin dayattıklarından kaçarken nasıl tekrar içine düşme tehlikesi yaşadığını da bir karşı eleştiri olarak göstermeye çalışır.
Aslıhan Günhan
Göçenin Dostu Olur mu? Yüzyıl Dönümü İnsani Yardım Pratikleri ve Çevre İnşası
Özet
Göçmene, yerinden edilene, mülksüz kalana kim yardım eder? Savaş dönemlerinde kurumsallaşan insani yardım örgütleri, hangi tür mekânsal pratikleri göçmenin yardımına sunar? Coğrafyalar arası ekspertiz, malzeme ve bitki transferi böyle dönemlerde nasıl artış gösterir? 19. yüzyıl sonundan itibaren Doğu Akdeniz’de gelişen uluslararası insani yardım pratikleri, dinsel ve emperyal yayılmacılık ve imparatorlukların nüfus politikalarıyla sıkı bir ilişki içindedir. “Modern insani yardım” olarak tanımlanan siyasi, mimari ve pedagojik müdahalelerin, özellikle 20. yüzyılın başında savaş yetimlerinin bakımında oynadığı yapıcı rolün yanı sıra egemenlik alanlarını genişletmek için nasıl araçsallaştırıldığı da unutulmamalıdır.
Bu sunum, 1915–1922 arasında, önceden Osmanlı vatandaşı olan savaş mağdurlarının bakımında Amerikan Yakın Doğu Yardımı’nın (Near East Relief) faaliyetlerine, Osmanlı’nın nüfus mühendisliği stratejilerine ve bu emperyal yarışta mimarlığın, ziraatın ve çevre inşasının nasıl aktif bir rol üstlendiğine odaklanıyor. 2021’den bu yana süren saha ve arşiv araştırmalarına dayanan bu çalışma yardım, pedagoji, malzeme ve tohum gibi kavramları sorgulamaya açarak uzmanlık aktarımı ve yardım pratiklerinde tarih yazımının kimleri etkin, kimleri edilgen kıldığını tartışmaya açacaktır.
Yağız Söylev
Binbir Sayfa ve Bina: Dijital Çağda Mimarlığın Epistemik Kültürü
Özet
Mimarlıkta tasarım süreçlerine dair literatür uzun süredir çeşitli karşıtlıklar etrafında şekillenmektedir: Bilim olarak tasarım ve disiplin olarak tasarım, rasyonalite ve sezgi, doğrusal yöntemler ve döngüsel pratikler. Bu çerçeve, indirgenmiş bir ikilikten mi ibarettir yoksa tasarımın doğasında var olan çok katmanlı bir karmaşıklığın işareti midir? Sunum, bu sorunun yanı sıra mimarlığın epistem olarak bu tartışmadaki konumunu, tasarımcıların pratiklerini dile dökebilme yetileri ile örtük bilgi arasındaki ilişkiyi, mimarlık araştırmalarının ürettiği farklı çıktı biçimlerini ve tasarım stüdyolarında ürünlerin değerlendirilme pratiklerinin nasıl işlediğini gündeme getirmektedir.
Bu sunum, mimari tasarım süreçlerini, belirsizlikler, çoklu aktörler ve çelişkiler içeren bağlamlarda şekillenen özgün bir bilgi üretim pratiği olarak konumlandırır. Sunum, bu çerçevede güncel tasarım süreçlerini hem teorik hem de etnografik boyutlarıyla yeniden düşünmeye ve tartışmaya davet etmektedir.
Bilge Bal
Balıkçıl Gözü: Kadın Baskıcılar ve Çizimde Mimarlık
Özet
Oturum, bazı kadın baskıcıların üretimleriyle mimarlığa dair bir dizi eleștirel karșılaşmayı sunuyor. Diana Scultori’nin Roma gravürleri, Marion Mahony Griffin’in sepya litografileri, Zoe Zenghelis’in ipek-baskı kent fragmanları, Maya Lin’in kabartma topoğrafyaları, Julie Mehretu’nun katmanlı litho-screen melezleri, Sarah Sze’nin haritalama serileri, Minty Sainsbury’nin giclée cepheleri… Bu kadınlar, baskının mimarlığı bașka türlü yaparak düșünmek için çok disiplinli ve hatta “kirli” bir ortam olarak nasıl kullanıldığını gösteriyor.
Bu sunumun temel argümanı baskının Hélène Frichot’nun (Dirty Theory: Troubling Architecture), “kirli kuramı”yla paralel biçimde, bir tür “kirli çizim ve kirli model” olarak, tıpkı pek çok “feminist yabani materyal performans” gibi, mimarlık disiplininin katı form verme arzusu ve kontrollü üretim süreçlerine nasıl meydan okuduğu; bir yol ve yordam olarak rahatsız edici ve dönüştürücü potansiyele sahip olduğu. Baskı, burada sadece bir betimleme aracı değil, mekân düşüncesi için bir deney sahası olarak işlev görüyor ve sınırlı bir yüzeyde hacimsel spekülasyonlar üreterek imge ile inşa arasındaki sınırı bulandırıyor. Malzemelerin göz ardı edilen karmaşıklıkları ve dağınıklıklarını bünyesine katarak disiplini alışıldık eğilimiyle yüzleştiriyor.
Konuşma, bir yandan Mario Carpo’nun “tipografik mimarlık” (Architecture in the Age of Printing: Orality, Writing, Typography, and Printed Images in the History of Architectural Theory) kavramını ziyaret ederek baskının mimari düşünceyi nasıl dönüştürdüğünü ele alırken bir yandan da MMS’in editörlüğündeki Natural Enemies of Books: A Messy History of Women in Printing and Typography antolojisinin izinde, kadınların matbaayı “görünmeyen emekten” kamusal bir platforma çevirme direniş stratejilerini inceliyor. Bu eleştirel yeniden okuma, atölyeyi feminist bir tasarım alanı olarak yeniden kurguluyor. Diana Budds’ın Untapped Journal’daki “How a Storied Printmaker Advances the Practice of Architecture” makalesi ve Reimagining Architectural Drawing: Print and Process sergisi ve süreli yayın sayısı, bize başka bir patikayı açıyor: Arşiv, arşiv malzemesini yeniden etkinleştirmek, konumlu karşılaşmalar, New York merkezli a83 galeri/kolektifi, mimar-baskıcı iş birliği ve iteratif tasarım süreci.
Ursula Kroeber Le Guin’den ödünç aldığım “balıkçıl gözü” (The Eye of the Heron) metaforu aracılığıyla kuş bakışı planla balıkçılın su yüzeyini tarayan sabırlı bakışını birleştirerek kadın mimar baskıcıların “gözden kaçan” duruşlarını, yapma biçimlerini ve mekânsal pratiklerini görünür kılmayı deniyorum; böylece mimarlık, baskı ve cinsiyet politikalarının kesişiminde bu üretken direniş mirasının şimdi için ilham verici tartışmalara dönüşmesini ve yapıcı ihtilaflar yaratmasını diliyorum.
Fulya Selçuk
“Bu Bir Doktora Tezi Midir?”: Mimarlık Araştırmasının Minör Hâli
Özet
“Ben bu tezi çokluk ile birlikte yaşıyorum, inşa ediyorum. Yaşayan metodolojiler, yaşayan mekân derken, yaşayan bir tez meselesi hiç aklıma gelmemişti. Tez yaşayan mekânın kendisi oldu, çokluğun mekânsallıklarını ararken tez çokluğun mekânı oldu. Tez çokluğun inşasında arabulucu oldu, ben arabulucu oldum. Tasarım yoluyla araştırma ile başlayan süreç, araştırma yoluyla müştereklik kurmaya evrildi…” Kişisel not, Fulya Selçuk, 2024
Mimarlığın toplumsal boyutu ile ilgili olan derdimi doktora araştırma sürecine taşırken sorular peş peşe geldi. “Toplumsal mimarlık” diye bir kategori neden var? “Toplum” diyerek hangi özneden bahsediyoruz? “Toplumsal mimarlık” alanındaki bir tezi yalnız yazmak ironik değil midir? Bu soruları çoğaltmanın yolunu hem mimarlığın ve mekânın hem de doktora araştırmamın failini “çokluk” olarak tayin ederek buldum. Mimarlıkta sosyal olanı “çokluk” ile birlikte araştırma deneyimimi “araştırma pratiğinin minör hâli” olarak tartışmaya açıyorum. Araştırmanın minör halinde, zihnimde asılı kalan soruyu sayıklıyorum: Bu tez, bir doktora tezi midir?

Aslıhan Günhan
Konuşmacı

Aylin Çankaya
Konuşmacı

Bilge Bal
Konuşmacı

Ezgi Balkanay
Konuşmacı

Fulya Selçuk
Konuşmacı

Melike Atay
Konuşmacı

Melis Baloğlu
Konuşmacı

Yağız Söylev
Konuşmacı

Zeynep Dündar
Konuşmacı